Son Güncelleme: 19 Mayıs 2017 18:55 Çorum İHH & İlke-Der Suriye savaşının yedinci yılı münasebetiyle Çorum İHH & İlke-Der Ofisi Mavi Marmara Konferans Salonunda “Suriye Dramının Yedinci Yılı ve İHH” Konulu bir konferans düzenledi.
Konferansa İHH İnsani Diplomasi Biriminden Şenol Çapoğlu, Araştırmacı – Yazar Muhammed İkbal Köseoğlu ve İHH Genel Merkez Yöneticilerinden Erhan Çelik konuşmacı olarak katıldı. Çok sayıda dinleyicinin katıldığı konferans Hafız Yusuf Demirel’in Kur’an-ı Kerim Tilavetiyle başladı, Suriye savaşını ve İHH çalışmalarını anlatan kısa filimler izlendi.
Konferansın açılış konuşmasını Çorum İHH & İlke-Der başkanı Selim Özkabakçı yaptı. İki saat süren program misafirlere yapılan ikramla sona erdi.
SURİYELİLER HER TÜRLÜ ŞİDDETE MARUZ KALMAKTADIR
Çorum İHH Başkanı Selim Özkabakçı, “Suriye halkının sorunlarına dikkat çekmek için belirli aralıklarla İlke-Der ve Çorum İHH olarak çeşitli etkinlikler düzenlemekteyiz. Bu akşamda böyle bir programla sizlerle birlikteyiz. Suriye dramı yedi yaşına girdi, İslam coğrafyaları çocuk büyütür gibi dram, acı ve şiddet büyütüyor. Suriye’yi bu noktaya iten ve adil olmayan savaşın tarafı olan katil Esed’in destekçisi olan ülkelerin çocukları mutlu gelecek hayalleri kurarken, Suriyeli çocuklar organ mafyasının inisiyatifine terk edilmiş durumdadır.
Suriye’de Mart 2011’de başlayan ve devam etmekte olan kriz, yüz binlerce insanın ölümüne, milyonlarca insanın yaşadığı yeri terk etmesine neden olmuştur. Çevre ülkelere göç eden 4 milyonu aşkın insan ve ülke içerisinde evlerini terk ederek güvenli bölgelere sığınanlarla birlikte toplamda 10 milyondan fazla Suriyeli krizden doğrudan etkilenmiştir. Yüzde yetmiş beşinden fazlasını çocuk ve kadınların oluşturduğu mültecilerin büyük çoğunluğu kamplar dışında zor koşullar altında yaşamlarını sürdürmektedir.
Mülteci akını, Suriye’deki krizi bölgedeki diğer ülkelere taşıyan en önemli faktördür. Suriyeli mültecilerin yoğun olarak sığındığı komşu ülkeler her geçen gün artan mülteci kriziyle başa çıkmada yetersiz kalmaktadır. Batılı ülkelerin sadece az sayıda Suriyeli mülteciyi kabul ettiği ve bu rakamın çok da yükselmeyeceği göz önünde bulundurulduğunda, komşu ülkelerin üzerindeki yükün daha da artacağı görülmektedir.
Ayrıca Suriye’deki iç savaşın şiddetini her geçen gün arttırması, uluslararası kamuoyunun konuya duyarsızlığı ve katil Esed rejiminin muhalif olarak gördüğü herkesi imha etmeye yönelik insanlık dışı savaş politikası göz önünde bulundurulduğunda krizin yakın gelecekte çözülmesi pek mümkün gözükmemektedir. Dolayısıyla krizden etkilenen kişi sayısının her geçen gün artması ve yaşanan şiddet olaylarının hem toplum hem de bireylerin hayatında onarılmaz yaralar açmaya devam etmesi, sorunun çözümü için çabaların artırılmasını zorunlu kılmaktadır.
Direnişin başladığı günden bu yana Suriyeliler her türlü şiddete maruz kalmaktadır. Savaş ne yazık ki asker – sivil veya kadın – erkek ayrımı yapmaksızın cinayetlerine devam etmektedir. Tutuklanan veya cinsel istismara uğrayan kadınlar, çocuklar, bir de içinde bulundukları toplumun kendilerine destek vermemesinden kaynaklanan toplumsal şiddete maruz kalmaktadır. Özellikle Suriyeli çocuklar organ mafyaları tarafından organları çalınarak ölüme terk edilme noktasına gelmişlerdir. Suriyeli mülteciler konusu başlı başına devasa bir insani kriz haline gelmiş durumdadır. Günlük hayatın her ayrıntısında karşılaşılan sorunlar, bulunulan şehir veya ülke halkının olumsuz bakış, tavır ve davranışları, Suriyeli mazlumların durumunu daha da zorlaştırmaktadır.
Rejim güçleri ve farklı silahlı gruplar arasındaki çatışmalar nedeniyle Suriye halkı her an ölüm ve yaralanma tehlikesi altındadır. Güvenlik sorunu sebebiyle tedavi olamayan veya tedavi süreci tamamlanamayan hastaları, yaralıları bekleyen bir başka tehlike de kötü olan ekonomik durum ve hastanelerin içinde bulunduğu imkânsızlıklardır. Suriye’de bakacak kimsesi olmayanlar günlük ihtiyaçlarını dahi karşılayamamaktadır. Özellikle küçük çocukları olan kadınlar için geçimlerini temin etmek daha zor ve sıkıntılı olmaktadır. İş aramaya çıktıklarında kötü davranışlara ve istismara maruz kalabilen bu insanlar, genellikle çok az paralar karşılığında çalışmaktadır.
Bu akşam, İHH’nın literatürümüze kazandırdığı İnsani Diplomasi çalışmalarını yürüten kardeşlerimiz bizlerle birlikteler. Bölgeden bilgileri bizlerle paylaşacaklar, Suriye’de son durumu ve Suriye savaşının mazlumları daha ne kadar vurabileceğinin kritiğini yapacaklardır. Ben kendilerine tekrar hoş geldiniz diyorum ve sözü onlara bırakıyorum.”
SONUNA KADAR MÜCADELE EDECEĞİZ
İHH İnsani Diplomasi Biriminden Şenol Çapoğlu, “İHH insani yardım vakfı Bosna Savaşı sürecinde gayretli ve samimi insanların çabaları ile kurulmuş ve o günden bugüne kadar insanların yardımlarını muhtaç bölgelere ulaştırmış bir organizasyondur. Bugün İHH; bu samimi gayretin bir sonucu olarak Allah’ın lütfuyla, ekonomik olarak kendisinden çok daha güçlü kuruluşlar olmasına rağmen dünyada siyasi açıdan en etkili olan İslami kuruluştur.
Tüm dünyadaki mazlumlara elini uzatan İHH insani yardım vakfı hususen zulüm gören Müslüman coğrafyalar ile yakından ilgilenmektedir. Çünkü dünyada Hıristiyanların zulüm gördüğü her hangi bir coğrafya yoktur. Dünyada en ucuz kan Müslüman kanıdır ve yeryüzünün müstekbirleri oluk oluk Müslüman kanı akıtmaktadırlar.
İslam coğrafyasının birçok yerinde zulüm altındaki Müslüman kardeşlerimizin derdini azaltmak için çabaladığımızdan dolayı bir bakıma yangını söndürmeye koşan itfaiye görevini üstlenmiş bulunmaktayız. Herhangi bir Müslüman coğrafyada bir yangını söndürdüğümüzde başka bir bölgede yangın ortaya çıkmakta ve oradaki yangını söndürmeye koşmaktan, Müslümanların derdine çare olmaya çalışmaktan dolayı bütün bu zulümleri gerçekleştirenlere karşı etkili bir mücadele yöntemi ortaya koymaya ve bu zulümlerin arkasındaki güçlerle mücadele etmeye vaktimiz kalmamaktadır.
Geçmişte Bosna, Çeçenistan, Afganistan, Keşmir ve Irak’ta olduğu gibi bugün de ümmetin en büyük yangın yeri Suriye’dir. Suriye’de 7. yılına giren savaşta ortaya çıkan büyük mağduriyetleri gidermek için İhh olarak olağanüstü bir gayret içerisindeyiz.
Suriye’de yaşanan savaş dördüncü nesil bir savaştır. Birinci nesil savaş; tarihte kılıç, kalkan ve mızraklarla yapılan, insanların göğüs göğse çarpıştığı bir savaştı. İkinci nesil savaş ise tankların, topların, tüfeklerin savaşıdır. Yani insanların birbirini görmeden yaptığı bir savaştır. İkinci nesil savaşla zulme direnen Müslüman coğrafyaları dize getiremeyenler üçüncü nesil savaşı başlattılar. Bu savaş uyduların, insansız hava araçlarının, oturduğu yerden attıkları füzelerle masum insanlarımızın katledildiği savaştır. Düşman Suriye’de dördüncü nesil savaşı başlatmıştır. Bu savaş; Müslümanların içerisinden sözüm ona Müslüman gibi gözüken, İslam Devleti adını kullanan fakat gerçekte tekfirci ve harici olanların ortaya çıkarıldığı ve onların eliyle Müslümanların katledildiği bir savaştır. Işid, dördüncü nesil savaşın ortaya çıkardığı bir üründür ve İslam ümmetinin karşı karşıya kaldığı en büyük tehlikedir. Bu tehlikeyle, bu tekfirci yaklaşımla mücadele etmek en önemli vazifelerimiz den birisi olmalıdır.
Bir başka önemli husus Suriye’de verilen mücadelenin bizim mücadelemiz olduğu gerçeğidir. Suriye’deki mücadele kaybedilirse bir sonraki hedef Türkiye topraklarıdır. Bu sebepten bütün imkânlarımızı seferber edip Suriye’deki kardeşlerimizin bu mücadeleyi kazanması için elimizden gelen bütün gayreti göstermek bizim boynumuzun borcudur. Tıpkı 15 Temmuz’da olduğu gibi düşmanlarımız topraklarımıza saldırırsa onlarla asla pazarlık yapmayacağız ve sonuna kadar mücadele edeceğiz.”
SURİYE MÜCADELENİN ÖNEMLİ CEPHELERİNDEN BİRİ KONUMUNDADIR
Araştırmacı – Yazar Muhammet İkbal Köseoğlu, “İnsanoğlu kendi ömrünün kısalığından dolayı dünya hayatının da sadece kendi ömründen ibaret olduğu yanılgısına kapılıyor. Hz. Âdem Aleyhisselam ile başlayan ve Hz. Muhammed Aleyhisselam ile kemâle eren Tevhid dini İslam’ın batılla mücadelesinin çok uzun süreli, kıyamete kadar sürecek bir mücadele olduğunu unutmamamız gerekiyor. Hz. İsa Aleyhisselam’dan sonra yüzlerce yıl boyunca dünya karanlık içerisindeydi. Hz. Muhammed Aleyhisselam ile beraber güneş tekrardan doğdu ve ondan sonra yüzlerce yıl boyunca İslam’ın izzetli günleri, zaferle dolu günleri yaşandı. Âl-i İmran Suresi 140. ayette Allah azze ve celle mealen şöyle buyuruyor: “Eğer siz (Uhud’da) bir yara almışsanız size düşman olan o toplulukta (Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. Biz günleri insanlar arasında döndürüp dururuz (yani zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz). Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şehitler edinsin. Allah zalimleri sevmez.” Yüzlerce yıl süren izzetli günlerimizden sonra kendi ellerimizle yaptığımız hatalardan dolayı izletti günler yerini yavaşça zillete düştüğümüz günlere bıraktı. Tarihe dönüp baktığımızda bu mücadeleyi 3 aşamada kaybettiğimizi görüyoruz. 1500’lü yıllarda Endülüs İslam Devleti tarih sahnesinden çekilirken, düşman tarafından yıkılırken, aynı yıllarda doğuda Hindistan’da Çağatay Türklerinin kurduğu Babür İslam Devleti doğdu. Yani 1. rauntta Batı’da Endülüs İslam devletini kaybettik. Sonrasında 1850’lere geldiğimizde Babür İslam devletini de İngilizler yıktı.
Üçüncü ve son raundu ise bu topraklarda, 1924’te hilafetin kaldırılmasıyla kaybettik. O günden bu zamana kadar İslâm Dünyası büyük acılar içerisinde izzetli günlerini arıyor. Hâlbuki Allah’a imanımız sağlam olduğunda ve Rabbimizin yardımı geldiğinde nelerin olabileceğini İslam tarihine baktığımızda görebiliyoruz. Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın vefatının üzerinden 30-40 yıl geçmeden İslam orduları doğuda Hazar Denizi’nden batıda Libya’ya kadar olan toprakları fethetmişti. Peygamberimizin vefatından 89 yıl sonra İslam orduları Fransa’nın Toulouse şehrinde savaşıyordu. Hilafet yıkılıp İslam ümmeti bölük pörçük hale geldikten sonra farklı coğrafyalarda ortaya çıkan öncü şahsiyetler bir takım İslami hareket ve cemaatleri oluşturuyor ve izzetli günlerimize tekrar dönmek için çözüm arayışlarına giriyordu. Batı tarafından bir süre tehlikeli olarak görülmedik. Başımıza yerleştirdikleri diktatörler ve zalimlerle coğrafyalarımızı istedikleri gibi kontrol ettiler. İslami uyanış ve mücadele fikri temellerini oluşturup, müesseselerini kurmaya başladıktan sonra hususen Filistin’de ortaya konan direniş ve Afgan-Rus cihadında gösterilen efsanevi mücadele İslam dünyasında bir umudu, bir başkaldırış düşüncesini geliştirdi. İki kutuplu dünya sona erip Sovyetler tarih sahnesinden çekildikten sonra, ABD’nin temsil ettiği batı dünyası kıpırdayan İslam coğrafyasına doğru yönelme kararı aldı.
Birçok coğrafyamızı işgal edip, katliamlar yaptılar. İşgal ve katliamlarla İslam coğrafyasını istedikleri gibi dönüştüremediğini fark eden Batı, yumuşak güç kullanarak Büyük Ortadoğu Projesi ve Medeniyetler İttifakı gibi planlarla coğrafyamızı dönüştürmek istedi. Bu planlarda başarılı olmayınca sert güç kullanmaya karar verdiler ve Arap baharı dediğimiz süreç başladı. Evet, şunu açıkça söylememiz gerekiyor: Arap baharı süreci; arkasında ABD başta olmak üzere batılı ülkelerin olduğu bir proje olarak başladı. Fakat süreç onların istediği gibi gitmedi. Müslüman halklar Arap Baharı’nın gerçekleştiği her ülkede; Tunus’ta, Libya’da, Mısır’da ve sonrasında Suriye’de inisiyatifi ele aldılar, sahada üstünlük elde ettiler ve adı geçen ülkelerde batının istemediği bir tablo ortaya çıktı. Söz konusu ülkelerin rejimlerinin yıkılıp yerine İslami değerlere sahip devlet düzeninin kurulacağını fark eden Batı, süreci geri almaya karar verdi. Libya’da iç karışıklıklar çıkarttılar, Mısır’da kendi değerler sistemi olan demokrasiyi yani helvadan putlarını yediler ve seçimlerle iktidara gelen Müslümanları dışarıdan destekledikleri askeri darbeyle yıktılar.
Suriye’de sahaya hakim olan muhalefetin de Esed rejimini devirdikten sonra İslami bir düzen kurma fikrine sahip olduğu ortaya çıkınca Batı, Suriye krizinin çözmek için yapması gerekenleri yapmaktan kaçındı ve süreç bu noktalara kadar geldi. Suriye muhalefeti 4 aşamadan geçti. Birinci aşama; devrim sürecinin başlangıcında Esed rejiminin kalelerinin birer birer devrildiği ve rejimin her an yıkılmak üzere olduğu ilk aşamadır. Rejimin yıkılmakta olduğunu gören İran’ın, etki alanındaki bölgelerden gönderdiği Şii milisler ve devrim muhafızları ile sahaya indiği aşama ikinci aşamayı oluşturdu. Esed’in zayıf ordusu yerine dini/akidevi bir mücadele veren Şii milisler karşısında Suriye muhalefeti başta bocalama yaşasa da kendi arasında oluşturduğu çatı gruplarla etkili bir mücadele ortaya koydu. Bunun üzerine 3. aşamayı devreye soktular ve Suriye muhalefetinin kontrol altında tuttuğu özgür bölgelerin içerisinde IŞİD denen tekfirci ve harici yapıyı ortaya çıkarttılar ki bu oluşum Suriye muhalefetine en büyük zararı veren oluşumdur. IŞİD ile mücadelede çok ciddi zararlar görmesine rağmen zaman içerisinde buna karşı da tedbirler geliştiren ve IŞİD’i Suriye’nin doğusuna iten Suriye muhalefeti, tekrar toparlanıp kaldığı yerden etkili bir şekilde mücadelesine devam etti. Bütün bunların çözüm olmadığı ortaya çıkınca bu sefer Rusya devreye girdi ve üstün hava gücüyle sahadaki dengeleri değiştirdi. Bütün zorluklara rağmen mücadele 7. yılında devam ediyor.
Gelinen noktada belki Suriye’deki mücadeleyi kaybedebiliriz ama biz sonuçlardan mesul değiliz. Biz ânın vacibini yerine getirmekten ve üzerimize düşen yükümlülüğü yapıp yapmamaktan hesaba çekileceğiz. Dolayısıyla hakla batılın mücadelesine, kendi ömrümüz ile yahut kısa kısa dönemlerle değil uzun bir mücadelenin parçası olarak bakmak ve bizden sonraki nesillere aktarılacak bir davanın parçası olduğumuzu unutmamak gerekiyor.
Altının muhakkak çizilmesi gereken çok önemli bir konu ise Şii İran’ın, ğulat (aşırı) kabul ettiği Suriye’deki Nusayri Esed rejimine yardım için gitmediği hususudur. Şii İran, 9. ve 10. yüzyılda kaybettiği Şii/Pers hilali fırsatını tekrar gerçekleştirme imkânına her zamankinden daha yakındır. 9. ve 10. yüzyılda Irak Şii Büveyhoğulları’nın, Körfez bölgesi Şii Karmatî’lerin, Mısır ve Kuzey Afrika Şii Fatımilerin kontrolü altındaydı. Selçukluların gelip Şii Büveyhoğullarının kontrol altında tuttuğu Abbasi halifesini özgürleştirmesi, sonrasında ortaya çıkan atabeyliklerin mücadelesi ve son olarak Selahattin Eyyubi’nin Kudüs’ü Haçlılar’dan geri almadan önce Şii Fatımi Devleti’ne son vermesi coğrafyada Şii Hilal’i projesini sona erdirmişti. Daha sonra Şii Safevi hamlesi ise Yavuz Sultan Selim döneminde durduruldu. İşte o zamandan sonra Şia ilk defa topraklarını bu kadar genişletmiş ve İran dışında 4 ülkede daha orduya sahip olmuştur. Irak Merkezi Devleti’ni ve ordusunu ele geçiren İran Suriye’de de rejim ve ordusunun kontrolünü ele geçirmiştir. Yemen’de ise Şii Husiler eliyle başkenti ele geçirmiştir. Lübnan’da ise Hizbullah vasıtasıyla ülkenin yönetiminde söz sahibi konumdadır. Bir gün Kudüs siyonist işgalden kurtulacaksa tıpkı tarihte olduğu gibi öncelikle Şii yayılmacılığı bertaraf edilecek ve bölgede birlik oluştuktan sonra Kudüs özgürleşecektir. Şu an Suriye bu mücadelenin önemli cephelerinden biri konumundadır.”
İHH MAZLUMLARIN VE MAĞDURLARIN YANINDA
İHH Genel Merkez Yöneticilerinden Erhan Çelik, “İHH kurulduğu günden beri mazlumların ve mağdurların yanında olmaya devam ediyor. Suriye savaşının başladığı günden beri Suriye halkının İHH olarak yaralarını sarmaya devam ediyoruz. Suriye Savaşının başından beri bölgede insani yardım çalışmalarımız devam ediyor. Reyhanlı’da, Kilis’te, Azez’de ve Babulhava’da Lojistik merkezlerimiz var bu merkezlerden yardım çalışmalarımızı yürütüyoruz. Suriye tarafı sınır bölgesinde çadır kentlerimiz var bu çadır kentlerin iaşelerini karşılıyoruz. Biz Türkiye’nin değil dünyadan gelen Suriye yardımlarının da organizasyonunu gerçekleştiriyoruz. Yapılan yardımlar kayıpları karşılayacak durumda değil ancak “biz buradayız, sizinleyiz; yalnız değilsiniz” mesajıyla moralleri yükselterek direncini artırmaktır.”